31 Ocak 2009 Cumartesi

Bağımsız Sosyal Bilimciler İktisat Grubu

İktisatçının Sorumluluğu: Piyasa ya da Toplum
İnsanlık tarihinin hiçbir evresinde toplumsal yaşam günümüzde olduğu ölçüde “piyasalar”a
tabi hale gelmedi. Bütün toplumsal faaliyetlerin piyasalarla daha çok ilişkilendirildiği bir tarih
sürecinden geçiyoruz. Piyasalara, toplumda yalnızca bir değişim işlevi yüklenmiyor, aynı
zamanda “görünmez kuralları’yla toplumda doğru ile yanlışı, hak ile haksızlığı belirleyen bir
adalet alanı işlevi de yükleniyor. Ekonominin ve toplumun mükemmel uyumunun ancak
serbest piyasa işleyişiyle mümkün olacağını savunanlar, piyasaların işleyişi üzerine yapılan
her konuşmayı çağdaşlığa, özgürlüğe ve demokrasiye yapılan bir müdahale olarak göstererek,
bu önerilerin sahiplerini gericilik ve cahillikle suçluyorlar. Onlara göre serbest piyasaya
dokunmak, toplumun işleyişine dokunmaktır, öyleyse piyasalara dokunulmamalıdır!
Gündelik hayatımızda hemen her gün değişik biçim ve yollardan yapılan bu önerme, doğal
olarak piyasayı ve onun devlet ve toplumla olan ilişkisini sorgulamayı gerektiriyor. Bu
sorgulama, ekonominin ve onun anlatım dilini oluşturan iktisadın sorun alanının doğru olarak
tanımlanabilmesi için de bir zorunluluktur: Bir düşünce geleneği olarak iktisat neyi sorun
edinir? Bu soruya verilecek yanıtlar farklı iktisat algılayışlarına sahip meslekten iktisatçıların
dünya görüşlerinin ve kimliklerinin algılanması için de bir başlangıç noktasıdır.
Serbest piyasayı düstur edinen ve “piyasalar” için “özgürlük” isteyen neoliberal iktisatçılara
ekonominin toplumsal yapıdan bağımsız olmadığını, toplumsal yapıya bütünleşik olduğunu
hatırlatmak gerekiyor. İktisadi düşünce geleneğinin kurucu öncüleri toplumsal yapıdan
soyutlanmış piyasa fikrinin soyut ve ütopik bir düşünceden öteye gidemediğini; piyasaların
işleyişinin devlet, siyaset ve kültürel alanla doğrudan ilişkili olduğunu göstermişlerdir. Bu
geleneğe göre, varlığında eşitsiz bir güç alanı olan piyasayı savunanların esas amacı,
sermayenin devlet ve toplum üzerinde yarattığı baskı ve eşitsizlikleri meşrulaştırmadan öteye
geçememektedir. Soruna bu açıdan yanaşıldığında iktisatçının gerçek problem alanı da piyasa
değil, toplumdur.
Yaşamakta olduğumuz küreselleşme süreci her şeyin daha çok para ilişkisine tabi olduğu bir
dönemi tanımlamaktadır. Piyasalar paranın mantığına tabi oldukça, parayı kontrol eden
gruplar da toplumsal yapı ve hükümetler üzerinde belirleyici olmaya başlamışlardır. Parasal
hareketler, üretim ve maddi zenginlikler üzerinde bir baskı alanı oluşturarak, toplumların
insani ve doğal özünü giderek daha fazla tehdit etmektedirler. Kapitalizmin tarihinde şimdiye
kadar izlenmemiş bir biçimde para üretimden kopmakta ve giderek daha fazla sayıda insanın
piyasanın mantığı açısından değersizleşmesine yol açmaktadır. Dünya Bankası raporları dahi,
dünya nüfusunun beşte birinin mutlak olarak yoksul olduğunu, açlık sınırında yaşadığı itiraf
ederek önemli sayıda bir insan kitlesinin değersizleştiğini ortaya koymaktadır. Bu olgu,
üzerinde yaşadığımız topraklarda da çok yoğundur ve gün geçtikçe derinleşmektedir: Resmi
verilere göre, Türkiye nüfusunun yüzde on beşi mutlak yoksulluk sınırını tanımlayan ve
günlük bir dolara karşılık gelen gelire sahip değildir. Bu gelir bir buçuk dolar olarak
tanımlandığında, ülkemizde yaklaşık yirmi beş milyon insan yoksulluk sınırının altında
yaşamaktadır.
Küresel düzeyde bu tür gözlemlerin sayısı arttırılabilir. İnsanların giderek değersizleştiği bir
ortamda iktisadi krizler de sadece ekonomi alanının problemi olmayı çoktan aşmış ve
toplumların krizine dönüşmüştür. Paranın --ve paranın toplumlar üzerinde kurduğu-- iktidar
ilişkilerinin dilini oluşturan neoliberal politikalar ve bu politikaları savunan iktisatçılar, piyasa
özgürlüğünün çılgın despotluğuna sığınırken, ekonominin bir toplumsal ilişkiler bütünü
olduğunu unutmaktadırlar. İnsanlığın önemli bir kısmını değersizleştiren “serbest” piyasanın,
toplumların özgürlüğü ve demokrasi için tartışılmaz olduğunu savunmak en yalın anlamıyla
toplumsal sorunlardan ahlaki düzeyde uzaklaşmaktır. Bir sosyal bilim olarak iktisat aynı
zamanda bir ahlak okumasıdır. Ve her ahlak okumasında olduğu gibi konuşma alanı toplumun
kendisidir. Toplumu kolayca piyasa mantığına indirgeyen iktisatçı, topluma karşı ahlaki
sorumluluğunu da basitçe piyasa güçlerinin despotizmine yani sermayenin tahakkümüne terk
etmiş demektir.
Ülkemiz uzun süren ve toplumsal etkileri giderek yoğunlaşan bir kriz sürecinden geçmektedir.
IMF ve Dünya Bankası politikaları eşliğinde şekillenen iktisat politikaları toplumsal yapının
her alanında kuralsızlaştırmalara yol açarak, toplumun bütününde yıkıma dönüştürücü etkiler
yaratmaktadır. Kamusal politikaların daraltılması, özelleştirmeler, artan işsizlik ve yoksulluk
bu dönüşümlerin toplumsal maliyetleri olarak karşımızda durmaktadır. Giderek derinleşen bu
çelişkiler ise hayatın her alanında olduğu gibi meslekten iktisatçıların da kimlik
farklılaşmalarını netleştirmekte ve “iktisat neyi sorun edinir, iktisatçı neyi anlatır” sorusuna
haklı bir içerik hazırlamaktadır: Gündelik basında ve televizyonlarda her gün piyasaları ve
piyasaların rasyonelliğini anlatan iktisatçılar, iktisadın düşünce geleneğindeki zenginlikleri
unutmuş görünüyorlar. Bu açıdan, “Bağımsız Sosyal Bilimciler” olarak bizler, mesleğimize
sosyal bilim geleneği içinden bakarak toplumumuza seslenmeyi sürdürüyoruz. Ekonominin
toplumsal yapının içinde olduğunu, ondan bağımsız olmadığını unutmayarak, toplumumuzun
karşılaştığı sorunları yorumlamaya çalışıyoruz. İki yılı aşkın bir süredir devam ettiğimiz ortak
çabamızı, gelecek günlerde daha da yoğunlaştırarak sürdürmeyi hedefliyoruz. Bu amaçla,
gurubumuz üyeleri ve grubumuza katkı sağlamayı kabul edecek kişilerle, dünyada ve
toplumumuzda meydana gelen dönüşümleri on beş günlük düzenli aralıklarla tartıştığımız,
yazılarımızı okurlarımızla paylaşacağımız bir düşünce platformu oluşturmayı amaçlıyoruz.
Yazılarımız “www.bagimsizsosyalbilimciler.org” adresli sitemizde yayınlanacağı gibi, aynı
gün çeşitli yayın organlarına da dağıtılacaktır.

Hasan Hüseyin'den güzel bir şiir

ACIYI BAL EYLEDİK

«pir sultan ölür dirilir»

bak şu bebelerin güzelliğine
kaşı destan
gözü destan
elleri kan içinde

kör olasın demiyorum
kör olma da
gör beni

damda birlikte yatmışız
öküzü hoşça tutmuşuz
koyun değil şu dağlarda
san kendimizi gütmüşüz
hor baktık mı karıncaya
kırdık mı kanadını serçenin
vurduk mu karacanın yavrulusunu
ya nasıl kıyarız insana

sen olmasan öldürmek ne
çürümek ne zindanlarda
özlem ne ayrılık ne
yokluk ne yoksulluk ne
ilenmek ne dilenmek ne
işsiz güçsüz dolanmak ne
gün gün ile barışmalı
kardeş kardeş duruşmalı
koklaşmalı söyleşmeli
korka korka yaşamak ne

kahrolasın demiyorum
kahrolma da
gör beni

kanadık toprak olduk
çekildik bayrak olduk
döküldük yaprak olduk
geldik bugüne

ekmeği bol eyledik
acıyı bal eyledik
sıratı yol eyledik
geldik bugüne

ekilir ekin geliriz
ezilir un geliriz
bir gider bin geliriz
beni vurmak kurtuluş mu

kör olsanı demiyorum
kör olma da
gör beni
HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL